Kendi Düşmanlarımızı Yaratmak

Kendi Düşmanlarımızı Yaratmak

·

10 min read

Tarih objektif olamaz çoğu zaman. Kendi kahramanlarını yaratmaya inanılmaz bir şehvet duyar. Hiç bir toplumu kahramansız bırakmaz. Bu aşk ve hevesi kör eder zamanla onu. Unutur yaşananların asıl kahramanlarını. Unutur çekilen acıları ve unutturur olayların arkasındaki hakikatleri. Çünkü bilir bu piyesin arkasında yaşanılan acıları kimsenin görmek istemediğini… Ve bilir, insanların perde önündeki kahramanları izlemek istediğini. Bazen kahraman olmak için tarihin sayfasında da yaşamaya gerek yoktur. Varlığınız yok olmaya başladıkça, namınız var olmaya başlar. Toplumlar destanlaştırdıkları hikayelerinizi aktarırlar bir araya geldiklerinde. Siz yürümüşsünüzdür, onlar ise nasıl koştuğunuzu anlatırlar. Birisi heyecanına dayanamaz, nasıl uçtuğunuzu dillendirmeye başlar gittiği her yerde. Sonra uçabilen bir insan neden ellerinden yıldırımlar çakamasın ki derler. Ellerinizden yıldırım attığınızı duyunca, o zaman yağmur da yağdırabilirsiniz diye inanmaya başlarlar. Ucu bucağı yoktur insanların hayal gücünün. Bazıları ise adınızı kullanarak kendilerine menfaat devşirme derdine düşer. Bundan dolayı sizi yüceltirler de yüceltirler. Adınıza açılır dernekler, vakıflar, yollar, köprüler. Bu destanları dinleyenler sizi hiç tanımamışlardır ama aşık olmuşlardır benliğinize. Yanlarında olmanızı arzularlar. Başlarına lider olarak geçmenizi isterler. Geri gelseniz tüm dertlerinin çözüleceğine ve aslında hiç yaşamadıkları eski ihtişamlı günlerin geri geleceğine inanırlar. Neyse, bırakalım bunları. Tarihi bir de unutulmuşların gözünden okuyalım.

“Türkler geliyor! Türkler geliyor!” nidaları ile yankılandı uzaklarda bir Anzak köyü. “Herşeyinizi alacaklar, namuslarınıza saldıracaklar… Türkler geliyorrrr!” bağrışları bıçak gibi saplandı insanların yüreklerine. Yıllardır huzurla yaşayan insanları korkutmaya yetti sadece iki dakika. Sormaya başladılar çevrelerindeki insanlara: “Türkler kim? Neden bize saldırmaya geliyorlar? Neden, neden, neden???”. Aynı bağırışlar Ermeni köylerinde, Yahudi köylerinde, Kürt köylerinde, ve daha nice köylerde duyuluyordu aslında. Sonra Anadolu’nun bir Türk köyünde sapanını düşürdü küçük bir çocuk. Minicik dudaklarındaki o masum gülüşü korku kapladı bir anda. Yanından hızlıca koşarak geçen adamın bağırışları kapkara bulutlar gibi çökmüştü köyünün üzerine: “Anzaklar geliyor, anzaklar!!! Dinimize ve namusumuza saldıracaklar. Anzaklar geliyorrrr!”.

Beş farklı köy, beş farklı ırk, beş farklı kültür, şimdi aynı şeyden korkuyorlardı artık. Tüm bu korkuların arasında farklı olan tek şey ise korktukları bu zulümleri kimlerin yapacağıydı. Kimileri için Türkler, kimileri için Kürtler, Anzaklar, Ermeniler... Siz koyun adını. Torunlarını izleyen bir yaşlı bir kadın bakıyordu olup biten bu yaygaraya uzaktan. Duyduğu haberler yıkmaya yetti tüm hayallerini. Buz gibi nehirlerin sularından daha temiz, güneşlerden daha güzel, meleklerden daha masum torunlarına baktı oturduğu evin avlusundan. İçini bir korku sardı sonra. Daha önce hiç hissetmediği bir korkuydu bu. Allah’ın belası bu korku öylesine güçleniyordu ki yavaşça iliklerine kadar işliyor, nöronlarını ele geçiyor, nefesini kesiyor, ve sonradan yaş olup süzülüyordu gözlerinden. Nasıl dayanırdı torunlarına bir şey olmasına? Nasıl dayanırdı evlatlarının bu zalimler tarafından gözünün önünde katledilmesine? Nasıl dayanırdı ki sınır tanımaz bu canavarlar tarafından kutsallarının yerle bir edilmesine? Beş farklı köyde beş farklı anne artık aynı korkuları paylaşıyordu şimdi.

Sonra tiz ama kararlı bir ses duyuldu bu ölüm sessizliği delip geçen. “Ahmet, gel oğlum buraya.”, “John, gel oğlum buraya.”, “Aghan, gel oğlum buraya.”, “Abba, gel oğlum buraya.”. Anneleri çağırıyordu evlatlarını. Önce sarıldılar onlara. Çocukları ne olduğunu anlamaya çalışırken, annelerinin yüreklerinde kopan kıyametleri görememişlerdi. Öyle bir sarıldılar ki evlatlarına, son sarılışları gibi, son koklayışları gibi, son öpüşleri gibi. “Evladım, bugün vatanımızı, özgürlüğümüzü, değerlerimizi, ailemizi koruma günüdür!” dedi anneler kararlı bir tavırla. Bilemediler savaşların arkasındaki gerçekleri. Nasıl bileceklerdi ki? Kimileri için hayatlarında hiç görmedikleri diyarlardan gelen bir tehdit vardı. Kimileri için ise inanılması güç olsada yıllarca beraber yaşadıkları arkadaşları şeytana uymuş ve kendilerine saldıracaklardı.

Yaşlı babaları başlarına gelecekleri anlamış, bir anda kesilmişti oturduğu koltuktan kalkmaya dermanı. Annelerin aksine gösteremezlerdi babalar acılarını çoğu zaman. Göz yaşları önce kalplerini ıslatır ve acıları ciğerlerini dağlamadan gözükmezdi başkalarına. Uzaktan baktılar evlatlarına. Her bakışlarında uzaklar daha bir uzak oluyor, evlatlarının gencecik suratları eskiyip yok olmaya başlıyor ve toprak kaplıyordu hayat dolu bedenlerini. Kim bilir bir daha nasip olacak mıydı evlatları ile tarlaya gitmek, bir ekmeği paylaşmak, ve onların baba nidalarını duymak. Bir ara gözlerine eski anılar geldi: Çocuklarının ilk konuşmaları, ilk anne ve baba demeleri ve dünyaya geldiklerinde tüm köy ile beraber yaptıkları kutlamalar.

Kahrolası tarih, anlatmaz ki bunları! Kahramalarına öyle aşıktır ki, aşkından başka bir şey görmez kör olasıca gözleri. Taparcasına sever yarattığı kahramanları. Yüzlercesini bir kılıç ile öldüren o yüce kahramanların yanında, toprağa akan her damla kan ile yetim kalan çocukların ve ordu eve dönerken evlatlarını göremeyen anne ve babaların ne önemi vardır ki? Hangi aptalmış o, düşmanlarına ağlayan? Hangi aptalmış o, canını aldığı insanların evlatlarına şefkat duyan? Var mı o aptal benim diyebilen? Var mı o aptal biziz diyebilen?

Zaman gelir. Askerler tek tek toplamaya başlar eli silah tutan herkesi yaşadıkları köylerden. Giden için de, kalan için de başlar o acılı günler. Geçmek bilmeyen, arkada bırakılanların göz yaşlarını dindirmeyen, her gün acaba savaş bitti mi, bugün gelecekler mi umudu ile yaşatan işte o talihsiz günler. Yolda karınca görse ezmeyecek nice genç, kendisine biçilen yeni rolü oynamak için düşer bitmek bilmeyen yollara. Bir elinde silah, bir elinde mektup, bir eşarp, bir resim, bir çiçek, bir anı. Düşmana acırsanız acınacak hale gelirsiniz emirleri yağar her yerden. Farklı düşünmek artık imkansız gibidir bu topraklarda. Herkes ve herşey aynı hedefe odaklanmış ve aynı ateşle yanıyordur çünkü: Vatanlarını kurtarmak, ailelerine daha iyi bir yaşam sunmak, din ve kültürlerine gelecek kötülükleri engellemek.

Savaş meydanlarında o gençleri görürsünüz. Hani öldürmek istemeyip tereddüt edenleri. O gençlerden bir tanesi bu düşüncelerle beklerken cephede, bir kurşun geldi ve yere serdi arkadaşının bedenini bir daha kalkmamak üzere. Sonra bir kurşun da yolda tanıştığı Mikaili, Michaeli, Mikeli, Mikeloyu vurdu. Çok iyi arkadaş olmuşlardı halbuki onunla. Sessiz birisiydi Mikelo. Yanına aldığı ekmeği paylaşmışlardı beraber. Ölüme giden bu uzun yolda en yakın arkadaşı oluvermişti Mikel bir anda. Hem de yakın köylerdenmişler. İkisi de daha yeni nişanlanmışlar yıllardır sevdikleri kızlarla. Şimdi ondan geriye kalan tek hatırası, son nefesini verirken gözlerinde sönen umudun ışığı olacaktı. Savaşın en acımasız anında vicdanın çığlıkları yükseliyordu semalara: “Mikel! Mikail! Mikelo! Hadi uyan, hadi uyan! İyi olacaksın, kurtaracağım seni!”. Ne Mikel uyanacaktı, ne de bu savaş içmeyi bırakacaktı kurbanlarının kanlarını. Mikaili koyarken toprağın bağrına, ellerine bulaşmış sımsıcak ve kıpkırmızı kanı gördü. O kan, yeni düşünceler ve inançlar oldu aktı zihninin dehlizlerine. Sarıldı silahına ve bağırmaya başladı her kurşun atışında. “Geberin, geberin adiler…!”. Bu acımasız döngü birisini daha kurban olarak almıştı artık. Asla da durmayacaktı, ta ki insanların bedenleri ile birlikte kalp ve vicdanlarını da öldürene kadar. Uzun zamanların geçmesi, nice nesillerin bu dünyayı terk etmesi gerekiyordu yeniden barış köprülerinin kurulabilmesi için. Ama zamanla daha da gençleşen şeytanlar rahat bırakmayacaktı insanları. Kalplerine yaklaşacak, ruhlarını saracak, düşüncelerine hakimiyet kurmaya çalışacaklardı. Unutulan acıları yeniden yaşatmak, yeniden kan dökmek, yeniden yok etmek için harcayacaklardı varlıklarını.

Savaş bitti. Sağ kalanlar köylerine geldiler. Daha bir yıl öncesine kadar hayat dolu olan köylerinde bir kaç ev kalmıştı artık. Anneleri ve babaları bile yoktu ortalarda. Bahçeleri kurumuş, yollar paramparça, evler delik deşik. Yakınlarda bir evden gelen sesler ilişti kulağına. Radyo avazı çıktığı kadar bağıyordu: “Kazandık savaşı! Artık doyasıya mutlu olabiliriz! Komutanımız ve liderlerimizin önderliğinde artık daha güçlüyüz. Daha mutluyuz. Daha umutluyuz.”. Bıraktı yavaşca bavulunu elinden yere ve sessizce oturdu bir kenara. Sabahın erken saatlerinden beri her yeri sarmış sis sessiz ve nazlı nazlı dağılırken, ruhunu da beraberinde götürüyordu. Yaşamak mı? Yaşamak için neyi kalmıştı? Özgürlük savaşında özgür yaşamasını istediği tüm sevdiklerini kaybetmişti. İçindeki nefret daha da büyüdü Türklere, Kürtlere, Ermenilere, Anzaklara… Bir zaman gelecek, evlenecek, yeniden çocukları olacak ve hayatında çok şey değişecekti. Ama içindeki nefret hep yerinde hiç değişmeden kalacaktı. Ateş bu, düştüğü yeri yakmayacaktı sadece. Savaşın yaktığı nefret ateşi başka yerleri de yakmadan duramazdı. Çocuklarına anlattı hikayesini. Mikeli, Mikeloyu, Mikail’in destanını. Kitap oldu bu hikayeler ulaştı binlercesine. Nefret durmak nedir bilmeden dokunduğu herkesi ve herşeyi yakıyordu artık. Yaşanılanlar hikaye oldu, hikayeler destan, destanlar kültür, kültür inanç, inanç aksiyon, aksiyon ise yeni reaksiyonları getirdi beraberinde. Birileri kırmadıkça bu döngüyü nefret nefreti doğurmaya devam edecekti.

İşte biz ve işte düşmanlarımız. Haydi buyurun mutluluk sofrasına…